>Bahisleri Yükseltmek: Turgut Uyar Şiirinde Kendini Yaratma Deneyimi

>

Bahisleri Yükseltmek, Orhan Koçak, Turgut Uyar içinde yayınlandı | Yorum bırakın

>Mart sayısı hakkında

>

Sürprizler sayısı olacak Mart inşallah. İçerik tamamlandı, yazılar geldi. Tasarım başlayacak yarından itibaren. İki farklı armağan dosya olacak. Sürprizi kaçmasın diye isimlerini vermeyeyim ama bir şair, bir sosyolog o kadarını söyleyeyim. Dergi Mağrip devrimleri hakkında benim yorumumla açılıyor: Mağripte devrim, İstanbulda yağmur. Bu devrimleri kimi küçümsüyor kimi göklere çıkarıyor. Biraz da sağduyuyla bakalım, konuşalım, heyecanımızı, müminlere duyduğumuz kardeş sevgimizi kaybetmeden mevzua soğukkanlıca yaklaşalım istedim.

Bu sayının şiirleri Murat Küçükçifci, Ömer Faruk Yasin, Ömer Yalçınova, İbrahim Aladağ, Efe Murad ve Davut Yücel’den. Sayının tek hikayesi Esra Türkan imzası taşıyor. Fazıl Baş, İsmet Özel hakkında çıkan iki kitap etrafında koparılan fırtınayı Fayrap açısından değerlendiriyor. İbrahim Tüzer ve Reşit Güngör Kalkan’ın İsmet Özel hakkındaki kitaplarının farklı özelliklerinin altını çiziyor. Mart sayımız, Mehmet Aycı’nın Ömer Aksay’a verdiği ayrıntılı, bir o kadar da eğlenceli cevapla son buluyor. Aksay’ın falsoları saymakla bitmiyor ama Aycı üşenmeyip hepsini tek tek saydı ve

Fayrap 37, Fayrap Mart 2011, Mağripte devrim İstanbulda yağmur içinde yayınlandı | Yorum bırakın

>Dergâh’ın son dört sayısı

>

Taşınma hikayesi dergileri sayı sayı değil de gruplar halinde okumama neden oldu. Dergâh’ın son dört sayısını da hep beraber okumak zorunda kaldım. Editör okuması oldu biraz. Ben sevmem Dergâh’ı editör gibi okumayı. Daha doğrusu önce her zamanki gibi Dergâh okuyucusu olarak okumayı severim, zamanı gelince, ihtiyaç olunca editörce bakarım. Yani canım nasıl istiyorsa, dikkatimi çeken metinleri öne alarak okuyorum Dergâh’ı. Çoğu dergi okuyucusuna bu fırsatı vermez. Kendine mahsus özellikleri yok gibidir çünkü. Bir dergi atmosferine de sahip değillerdir. Derleme kitap hüviyetindedirler. Dergâh öyle değil. Yahut her zaman öyle değil. Bunda tabii denemenin ve çok kısa metinlerin (şiir başta olmak üzere) rolü var. Ayrıca bir Mustafa Kutlu var ki artık çocukluğumdan beri diyeceğim, Dergâh’ı mı Kutlu’ya mı aboneyim orası meçhul. Gelelim Dergâh’ın son dört sayısına.

Kasım (249) sayısındaki şiirler 1990’lardan kalma gibi. Fazla bir yenilik yok, sürprizler veya girişimler söz konusu değil. Ama kolay okunur, bir tat alınabilir şiirler. Recep Seyhan’ın hikayesi için de benzeri şeyler söylenebilir. Toprağın kuraklığı ile insanların iyilikten uzaklaşması arasında korelasyon kuran bir hikaye. Suavi Kemal Yazgıç tanıtım yazısıyla eleştiri yazısı arasındaki farkı yazmış. Tanıtım metni tanıttığı esere bağımlıdır, eleştiri yazısı kendi başına ayakta durmayı başarır diyor Yazgıç. Net, anlaşılır bir ayrım. İrem Ertuğrul’un hikayesinde “Sevgili komşum Çiftmaaş” gibi bir latife var. Şairler de hikaye yazarları da hatta roman yazarları bile şakayı, latifeyi tamamen terk etmiş görünüyorlar. Sevgili komşum Çiftmaaş, Kant estetiği içinde nasıl bir yer kaplar bilemiyorum, ama okuyucu dikkatini artırdığı kesin en azından. Abartmadan, bir bardakta bir damla kadar latife edebiyat eserine çeşni verir kanaatindeyim. Mustafa Akar’ın Ömer Erdem’in Kireç kitabı için yazdığı tanıtım dehşet verecek bir zırvayla açılıyor: “Kireç 32 şiirden mülhem”. Muhtemelen Dergâh’ta yazdığını düşünerek özenmiş Mustafa Akar. Mülhem! Mustafa Akar’ın kendisi intihalci olduğu için mülhem demiş olmalı, yoksa çocuk mürekkep diyecekti. Yakup Altıyaprak ise Orhan Tepebaş’ın Kadim Kapı kitabı için güzel bir şerh yazmış. Hüseyin Akın’ın Mustafa İsen’in Tezkireden Biyografiye kitabı için yazdığı deneme ile Hümeyra Yuva’nın Attila İlhan okuması Dergâh’ın ve son dönem Türk edebiyatının eleştiri yazılarının nasıl bir arada iki uç halinde olduğunu gösteriyor. Biri deneme, diğeri akademik yazı. İki uç. Ve bir arada.

Aralık (250). Bu sayıda (aslında birçok sayıda) dikkati çeken bir şey var: Modernlikten şikayet. Şiirler bunun üzerine kurulu, hikayeler bunu anlatıyor, yazılar bununla başlayıp bitiyor. Bu devrimci bir şikayet değil, daha çok nostaljik.

Ocak (251). Mustafa Köneçoğlu’nun Şairin İyi Hali şiiri, şiir ve şair üzerine kurulu, deneyimden kaçan, estetik bir şiir. Türk Şiiri 2011 için not aldım. Işık Yanar edebiyatımızda bütünlüğün kaybolduğunu söylüyor. Bu zaten gözle görülür bir şey. Yanar bu durumun yazarı baskı altında tuttuğunu, yazarın bütünden kaçtığını, oysa bütünlüğün edebiyata kuvvet sağladığını düşünüyor. İyi de bir soru soruyor: Bütünü oluşturan neydi, şimdi niye yok? Yazı kısa, soru uzun. Tarık Ruşen’in küçük hikayesi Zeynep Gülerken fazla yeni değil, büyük heyecanlar yaratmıyor okuyucuda ve fazla basit, ama güzel hikaye. Mustafa Kutlu’nun Yasımızı Tutamadık denemesinde birkaç satıra sığdırdığı muhacirlik hadisesi ise çok büyük hikaye. O kadar büyük ki küçük bir kısmı bile yazılabilmiş değil.

Şubat (252). Cevdet Karal’ın “Affet affet bizi Allahım | Namazımız yok niyazımız var” mısraları bir durum tespiti. Mukadder Gemici’nin İyilik Yurdu hikayesi ağır bir konuyu, engelli çocuk konusunu işliyor. Hikayenin ortalarına doğru müthiş bir sürpriz var; muhakkak okumanızı öneririm. Mustafa Kutlu’nun Vatan denemesi tek solukta yazılmış gibi görünen inançlı bir metin. Ağabeyim İsmet Özel var oldukça bize bir şey olmaz der. Ben bunu Mustafa Kutlu için de hissetmişimdir. “Vatan”da Mustafa Kutlu da var.

Cevdet Karal, DERGÂH, Dergâh 249, Dergâh 250, Dergâh 251, Dergâh 252, Işık Yanar, Mukadder Gemici, Mustafa Köneçoğlu, MUSTAFA KUTLU, Suavi Kemal Yazgıç, Tarık Ruşen, İrem Ertuğrul içinde yayınlandı | Yorum bırakın

>Ali K. Metin Hece’de ne yapmaya çalışıyor?

>Adres önemli. Bunu en iyi bilen de Ali K. Metin. Hece gibi bir adreste siyasi şiirle ilgili düşüncelerini yazmaya çalışan; kendine olsun, başkalarına olsun bir çıkış noktası arayan kişinin, aslında ne yapmaya çalıştığını düşünmekten kendimizi alamıyoruz (!) Yani aslında biraz da komik değil mi? Hece dergisi ve siyasi şiiri yan yana düşünmek, Hece’de siyasi bir çıkış noktası aramak. Hele bunun Ali K. Metin kalemiyle yapılmaya çalışılması.

Ali K. Metin’in çabası bir yandan da çok kıymetli. Kaç kişi siyasi şiirle ilgili söylenenleri bir potada eritme, diskalifiye etme çalışması yapıyor ki?! Dergileri takip etmek, yazıları gözden geçirmek, notlar almak, altı çizili cümlelerden yorumlara ya da sağlamalara varmak, anlaşılır anlaşılmaz kavramları ve tanımları daha bir entelektüel havaya sokmak kolay değil. Ali K. Metin’in de hataya düştüğü nokta burası. Yani onda bir Murat Belge ve Hilmi Yavuz tavrı sezinliyoruz. Biçim olarak, konuları ele alış açısından, tartışmalara güvenir bir yerden girip, yara almadan çıkması babından.

Belge de Yavuz da nerede tartışma varsa biliyorsunuz balıklama dalarlar. Bu adeta onlarda bir hastalık haline gelmiş durumda. Ama yazılarına dikkat edecek olduğumuzda, “şu ne demiş, bu ne demiş, onun dediğine de bakalım” diye başlarlar. Bu arada epey bir malumat da dökerler ortaya. Bizim gibi sırf bu malumattan haberdar olmak adına o yazıları okumayanlar, bu kadar malumat sonunda yazarın sağlam bir fikre ulaşacağını bekler, ve bu beklentiden dolayı yazıyı sonuna kadar okur. Ama bir fikir çıkmaz ortaya. O kadar malumat yerde kalır. Onların gayesi “biz de buradayız” demek olduğu için, tartışmaya girerler, iki kafa sallarlar ve çıkarlar. Konuyu kimsenin aklına gelmeyen bir açıdan ele alıyormuş gibi yaparlar. Aslında tartışmaya bir şey kattıkları yoktur.
Belge’nin ve Yavuz’un üslubu malumatfuruşluğu kaldırıyor. Yazıyı sıkılmadan sonuna kadar okuyabiliyorsunuz. Araya dedikodu babından parçalar atmayı da becerebiliyorlar. “O şunu söyledi, bu bunu, onun söylediğine de bakalım” tavrı Ali K. Metin’de de var. Ancak Metin’in metni okunmaz halde. Ortaya döktüğü, yıllarca biriktirdiği bilgileri/fikirleri kasmadan okuyucuya sunması gerekiyor. Yoksa şu şekliyle Metin’in üslubundaki, dilindeki kasıntılık; aynı kelimeleri sık kullanması, cümleleri gereksiz uzatması, “sal”larla “sel”lerle kavramlaştırmalara girişmesi… onun yazılarını okunur olmaktan çıkarıyor. Hele bir de “herşeyleştirme” gibi kelime kullanımı, hatta bu tür kelimeleri kavram diye kullanmaya çalışması, yazılarını yalnızca okunur olmaktan çıkarmakla kalmıyor, sürekli bulanıklaştırıyor.
Ali K. Metin’in “Şiir Eleştirisi ve Poetikalar Üzerine 2007-2009” (Hece, Ocak 2011) başlıklı yazısı da bu bulanıklaştırma operasyonunun iyi bir temsili. Aydınlık, açık, net kavram ve tanımlamaları ezip bükmeye çalışarak, kastırıp kastırıp çözümleyemeyerek bulanıklaştırıyor. Bu durumda Ali K. Metin’in o kadar çabası maalesef “ben de buradayım” demekten öteye geçmiyor.
ALİ K. METİN, HECE içinde yayınlandı | 4 Yorum

>Ömer Aksay’ın salvoları!

>
Ayraç dergisi 15. sayısında “Türk şiiri için kavşak noktaları” başlıklı bir dosya hazırlamış. Konunun merkezine inemeyen, gerçekte ilgisiz yerlerde dolaşan bir dosya. Daha çok da şiire uzaktan yakından değinen yazıların toplamı. Gerçi Ayraç, bir kitap dergisi, önemli değil yani. Yine de Ömer Aksay’ın dosyadaki yazısını günümüz şiir ortamının meselelerine en fazla yaklaşan yazı olarak anmak gerekiyor. O da bir yaklaşma çabası sonuçta. Aksay çok konuşup çok az şey söylemiş. Daha doğrusu söylediklerinin hiçbir yaraya merhem olduğu yok. Yanlış şeyler de var. Neredeyse bugüne kadarki gözlemlerini, düşüncelerini, hislerini bir yazıda döküp saçmış desek yeri. Girip çıkmadığı konu, hesaplaşmadığı! şair bulmak zor. Şiirin metalaşmasına da, sentaksına da, popülizme de… değinmiş. Arada Ahmet Güntan’a, Mehmet Aycı’ya haksızlık etmiş, üstüne Güntan’ın şiirini yanlış okuyor düpedüz.

Şimdi Aksay’ın söylediklerini tek tek ele almanın bir anlamı yok. Çünkü gerçekten de çok yazıp çok az şey söylemiş. Aslında ilgiye değer bir soruyla girmiş meseleye. Bir zemini var mı şiirimizin, ya da olacak mı? Bu soru ile başlıyor, ama konu dağılıyor da dağılıyor. İşin garibi onca lafı döndürüp dolandırıp, şiirin bir zemini yok demeye vardırıyor, üstüne İkinci Yeni’yi zemin olarak kabul etmeye devam etmeli diyor. Bunca çoluk çocuk kim oluyor da İkinci Yeni’yi aşıyormuş. Şimdi o tartışmaya geri dönmeyelim. Neyse. Aksay’ın şiir anlayışı İsmet Özel’in poetikasını temel alıyor aslında, ama bi gıdım ileri adım atmak bir yana İkinci Yeni’ye geri döndürüyor bunu. Aksay’ın şiiri ile, kendi yeri ile alakalı bir durum bu. Biraz da taşra. Şiirinin terk edemediği yerden konuşuyor. Terk edemediği. Aşmak değil zaten mesele. Bükemediğin eli öpeceksin yani. Dahası şiir elitizmi yapıyor. “İğfal edilmiş halkın popülisti” olmayı kendinize yediremediğiniz sürece de bu devam edecek ya.
ayraç, ömer aksay, ikinci yeni, ikinci yeniyi aşmak içinde yayınlandı | 10 Yorum

>Hümanistlerin ölümü

>

Sanırım biz başladığımızda son hümanist Cahit Külebi kanserden ölüyordu. 1997 yazıydı ve derin bir üzüntüye kapılmıştım. Külebi söylemenin ayıbı yok sahipsiz öldü. Sessiz katı bir ölüm. Ne öyle medyada geniş yer buldu ölüm haberi, ne hastaları söz anıtları filan dikti arkasından. Hüseyin Cöntürk ve Eser Gürson da öyle sessiz sedasız ölüp gittiler. İktidarına rağmen Memet Fuat da. Ece Ayhan ve İlhan Berk’in, hele Can Yücel’in ölümleriyle kıyas edilirse bu sessiz hümanist ölümlerinin daha iyi anlaşılacağını düşünüyorum. Can Yücel’in mezar taşı üstünde şarap içmeler filan. Alkışla, şarkılarla, bando mızıkayla ölü gömmeler. Cem Karaca bu yüzden insan gibi, müslüman gibi gömülmesini vasiyet etmek zorunda kalmıştı. Sessiz vakur bir şekilde. Tabutunu omuzlarda taşımak, tabutun arkasına geçip namazını eda etmek zaten yeterince göstermiyor mu bir adamın öldüğünü ve bizim ona değer verdiğimizi. 
26 Haziran 2010’dan bir haber sonra: Cahit Külebi, Emrah’a kavuştu. On üç sene sonra eşiyle birlikte Külebi’nin naaşı Erzurumlu Emrah’ın da yattığı Tokat Niksar’a naklediliyor. Emrah türbesinin karşısında Külebi anıt mezarı. Açılışta Kaymakam bey duygusal bir konuşma yapıyor. Törende Niksar kaymakamlığından ve belediyesinden birkaç kişi, Külebi’nin oğlu, Ankara’dan birkaç yetkili var ve hepsi bu. Bir internet haber sitesinde güzel bir haber, küçük bir fotoğraf. Hürriyet ve Milliyet arşivlerini kurcaladım, yok. Geçmemişler haberi. Her gün balık hafızalı milletiz, bizden adam olmaz tarzında yüzlerce cümle kuran gazeteler bunlar. Sonra başka bir haber, yine önemsiz, yerel bir internet haber sitesinden: Minik öğrenciler Cahit Külebi’nin mezarını ziyaret etti. Bir öğretmen ve yirmi kadar öğrenci. Ömrüm kifayet ederse, fırsatını bulursam bir gün Tokat’ın Niksar’ını görmek, Emrah babayla Cahit Külebi’yi ruhlarının makamında ziyaret etmek nasip olsun, inşallah. Asıl söyleyeceğim ise hümanizmin Türkiye’deki kısa ömrüyle ilgili. 

İlk hümanistimiz kimdir acaba? Mevlana filan palavralarını boşverin. Mevlana döneminin etkin bir siyasetçisidir ve insan sevgisi bile görecelidir. Mücahitleri sevmediğini her fırsatta, her hikayede anlatan bir adam Mevlana. Direniş, mücadele, düşman işgaline kafa tutmak Mevlana’ya yabancı hadiseler. Medeniyetçi evet. Mevlana’ya göre barış içinde yaşamak için gerekirse yoksulluk ve zulüm çoğunluk tarafından sineye çekilmelidir. Elitisttir Mevlana. Kabak hikayesi bunu anlatır. Sen zenginlere, asillere özenme diyor. Sen kimsin ki, haddini bil. Savaşma, direnme, zaten senin elinde değil ki. 


Yunus Emre diyeceksiniz. Okumadığınız için öyle söylüyorsunuz. Yunus Emre de hacıya hocaya çatar, anlaşılmaz birtakım laflar eder kendini ehil göstermek için, aristokrasi ve zulmü, yoksulluğu ise verili alır. Zayıflığı, müstazaflığı, yoksulluğu, yalnızlığı göklere çıkarır. Kesb, yani ekonomi Yunus Emre’nin en büyük düşmanlığı gösterdiği şeydir. Cemaat diğeridir. Camiden de pazardan da nefret eder. “Geçdim hodbin ilinden el çektim dükeliden” diyen adamın insanları sevdiğini kim söyleyebilir. Yunus Emre’nin övdüğü iki şey vardır: Bir, miskinlik yani hiçbir şey yapmamak, mesela düşmana karşı savaşmamak. İki, tekkede arkadaşlarla sohbet etmek. Hayattan kopmuş, ten ve cana çekilmiş, kainat yaratılmadan önce vardım ve Allah’la birdim, her şey mahvolacak, sadece ben kalacağım ve yine Allah’la bir olacağım filan gibi özgünlüğü tartışılır düşünceler… Bunun hümanizmle ilgisi ne?


Hümanizm Yunus Emre veya Mevlana’da değil, Yunus Emrecilik ve Mevlanacılıkta var. O da Cumhuriyet döneminin bir icadı. Köprülü onu sekülerlik tarafından alıyor. Tanpınar bireycilik yönünden alıyor. Sekülerliği, laikliği Köprülü haklı olarak halkçılık nazarıyla görüyor. Bir halk edebiyatı efsanesi var zaten, Köprülü onu şekillendiriyor. Tanpınar Mevlevilikte laiklik olduğunu, demokrasi ve bireysel özgürlük olduğunu söylüyor. Doğrudur, yanlıştır bu hükümler, bu tespitler, önemli değil. Önemli olan adamların nasıl anladığı. İki türlü hümanizm var Türkiye’de. Hatta üç tür. Delişmenlik, Abdülbaki Gölpınarlı, Baki-Nedim, Yahya Kemal. Yani hedonizm. Yunus Emre’deki ten tarafı. Ama onun tam tersi olarak. Yunus Emre tenden vazgeçmeyi öneriyordu. Delişmenler rindaneyi zevk peşinde koşmak, içki ve fuhuş olarak anladılar. İkinci yol, yüksek kültür ve yetişmiş birey üretilmesidir. Birincisine ben devri dilarayı Cumhuriyet diyorum, dolce vita yani tatlı hayat olarak Türkiye, Cumhuriyet, demokrasi, hatta gerekirse Markos tipi diktatörlük. Mutlu azınlık, beyaz Türkler falan filan burdan çıkıyor. Onlar da hümanist. İkincisi, “Cumhuriyetin temeli kültürdür” veya “Cumhuriyet fazilettir”. Püritenlik. 


Üçüncü bir yol da var ama, Köprülü’den Külebi’ye, Rıza Tevfik’ten Turgut Uyar’a gelen halkçı hümanizm. Biraz Nurettin Topçu da ordadır, biraz Mehmet Akif de. Ama buna hümanizm demeye gerek yok. Hümanizm dediğimizde tepeden inmeci kültür politikalarını anlıyoruz bir, vergileri iç edip gezmeyi tozmayı anlıyoruz iki. Üçüncü hümanizm en tutarlı hümanizm. Batı Avrupada kapitalistleri ite kaka demokrasi ve bireysel hak ve hürriyetlere mecbur eden budur, bunun açtığı savaşlardır. Hümanizm sosyalizm olmadan düşünülürse, ortaya tarih dışı bir şey çıkar Avrupa açısından. Milliyetçilik sosyalizmin mefhumu muhalifidir bu noktada. İkisinin ortak tarafı, kapitalistleri haklı veya haksız çıkarmak için veya kapitalistlerle işbirliği yapmak veya dövüşmek için halkı bir ahlaki gerekçe olarak almak. Türkiye’de bunun için Atatürk’ün ölmesini beklemek gerekiyor. İnönü geliyor ve milliyetçilik bütün uzuvlara sirayet etmiş olduğu için baskı altına alınıyor. Püritenlik yolunu, idealizm yolunu benimsemiş bu tür milliyetçilik ezildi İnönü döneminde. Ama aynı zamanda yön veren de oydu kültür politikalarına. Türkiye 1939-1960 arasında olduğu kadar Türkiye olmadı bir daha. Sonra sosyalizme kapakların açıldığı bir dönem yaşıyoruz. Artık halkla halkçılar yahut toplumla toplumcular arasında mesafe ortadan kalkabilecektir ama tabii ki öyle olmaz. Ortanın solu veya sol Kemalizm gelip parsayı toplar. Hümanizm çok şaşırtıcı bir şekilde devletçilik anlamına gelmeye başlar. Ama kolejlilik asıl yaşanandır. Zaten bütün sosyal demokratlar mülk sahibi, metres sahibi, kolejli çocuk sahibi oldular. Püritenlik bitirildi. Hedonizm hümanizmi temellük etti. Devri dilarayı cumhuriyet bayrağı altında toplanıldı. Yazın tatile gidildi, kışın basın açıklaması yapıldı. Halk ters partilere oy verdiği için gerekçe olmaktan çıkarıldı. Altıncı ok, ki en temel oktur, kırıldı. Halkçılık tüm CHP oklarının gerekçesidir. Hepsini halkçılıkta birleştirmek teorik olarak mümkündür. Tarihsel olarak geçersizdir. 


Hümanizm ölmüştür. Hedonizm halini almıştır. Cahit Külebi’nin terk edilmesi normaldir. Burjuvayla arasına mesafe koydu. Reşat Nuri Güntekin gibi bir zavallı yeniden değerlendirildi. Halksız olduğu için elbette. Olaylar daima bir köşkte filan geçtiği için. Yakup Kadri bile unutulmuş durumdadır, liberaller ona sahip çıkıyor gibi görünseler de hepsi bir akrabalık meselesidir. Yakup Kadri, maalesef Murat Belge’nin büyük dayısıdır.

cumhuriyet fazillettir, cumhuriyetin temeli kültürdür, devr-i dilarayı cumhuriyet, hümanizm, hedonizm, sol kemalizm içinde yayınlandı | Yorum bırakın

>Özgür Edebiyat 25

>

Bu sayıda Menekşe Toprak, Güray Süngü, Çağla Cömert ve Ramazan Tekinel’in hikayeleri “iş var” dedirtecek cinsten. Toprak’ın “Temmuz Çocukları’ndan İlk Gün” gerçekçi denebilecek bir hikaye. Bazı yerlerde bir okunma ve muğlaklık problemine girse ve olayların yeri ve zamanı karışsa da sonuna kadar okunabiliyor. Süngü’nün “Duvara Bakan Adama Bakan Adamlar”ı kuruluşu itibariyle iyi bir hikaye. Fikir olarak iyi, akıcı, sonundaki efekt şaşırtıcı. İçinde azıcık insan sevgisi de olsaydı tadından okurmazdı heralde. Cömert ise “Sanatçı”da sanatçının galericiye mağlubiyetini anlatmış. Güzel, insani, acıklı bir hikaye. Zaafı ise karakterler hakkında fazla bilgi vermemiş olması. Bu, hikayeyi zayıflatıyormuş gibi geldi bize. Karaterleri daha iyi tanıtıp, toplumsal bağlarını daha güçlü kurabilseydi, hikaye daha çarpıcı ve etkili olabilirdi. Ayın hikayesi Ramazan Tekinel’in “Yerinde oto tamiri”. Kısacık, Türk filmi tadında, süper.
Şiirler içinden Sibel K. Türker’in Kırmızı Şiir’i fena değil ama eksik bir şiir. Bir şey geliyor, sonra bir şey daha, ama kesinlikle tamamlanmıyor. “İnsanın yaradılışında doğuştan getirdiği bir eksiklik var, insan bunun farkında ve bir ömür bunu telafi etmeye çalışıyor..” diye düşünüyormuş Sibel Türker. Şiirindeki bu eksiklik de belki bu düşünüş biçimiyle ilgilidir. Utku Kaygusuz’un üç şiiri var bu sayıda. güçlü bir söyleyişi olduğu söyleneblir. İmgelere boğulmasa, basit olsa, ne dediğini daha kolay anlayabiliriz. Karmaşık olma hastalığı kültür dünyasını ele geçirmiş gibi görünse de basit olan her zaman kazanır. Basit olanda fiyaka yoktur, yalnızca hakikat vardır, yoksa da bunu çok kolay anlarsınız.
Paul Bowles’tan yapılmış, kapağa taşınacak kadar değerli bulunmuş manasız bir yazı tercümesi var. “İnsan aşırı müslüman olmamalı” spotuyla dergi kapağında satışa çıkarılan yazı, Müslümanları, (tam tersiymiş gibi yapsa da) Türkleri ve İstanbul’u kötülemek için yazılmışa benziyor. İstanbul’u tasvir ederken kubbe ve minareleri, geniş bir külyığınında büyüyen büyük gri mantarlara benzetiyor. İlginç bir hayalgücü.
Abdullah Şevki’nin “Şiirin ABD’de gözden düşme nedenleri” yazısı teferruatlı ve ilginç bir yazı. İyi ifade edilememiş ve ne dediği anlaşılmayan tarafları var. Belki iyi düşünülmediğinden, belki de yeterince açık konuşulmadığından anlaşılmıyor. “Has Şiir” diye bir şeyden söz etmiş mesela Şevki. Ne demektir has şiir? Has ekmek diye bir şey vardı benim küçüklüğümde, ninemin yaptığı ekmeğe derdik, çarşıdan alınan ekmekten daha iyiydi, doğaldı, malzemeden çalınmazdı, ayrıca daha ucuza gelirdi vesaire. Bir de Türkiye’de şiirin gelişmesi için “milli mesele” olmaktan çıkarılması ve bir gölgelikte dinlendirilmesi gerektiğini söylüyor. Nası yani?

Abdullah Şevki, Ayın Hikayesi, Çağla Cömert, Özgür Edebiyat, Güray Süngü, Paul Bowles, Ramazan Tekinel, Sibel K. Türker içinde yayınlandı | Yorum bırakın

>Popülist Kültür Derneği’ne gelmekten çekinmeyiniz

>

Adım Hakan, bundan sonra olmaz Şadan. Dernekle adımı ve kişiliğimi (nasıl bir şeyse artık, ben de rahatsızım Hakan Arslanbenzer’den:) aynı şey olarak düşünmeyiniz. Dernek adı üstünde bir dernek. Yapılacak çok iş, atılacak çok adım var.  Bugüne kadar işin çoğunu Fazıl Baş yaptı, geçici ve inşallah ilk kongreden sonra ilk resmi başkanımız. Yeri o tuttu, bütün resmi işleri halletti ve birçok fiziksel şeyi de o yaptı. Nurcan Toprak, Ali ve Emine Akyurt da Fazıl’a hem fiilen hem ekonomik olarak destek oldular. Esma Güneş ve Melek Arslanbenzer de yardım ettiler. Ben hemen hiçbir şey yapmadım, zaten yönetim kurulunda bile değilim. Dernekteki resmi pozisyonum denetleme kurulu üyeliğinden ibaret. Katılım biçimim ise içerikle ilgili. Derneğin ilk faaliyeti olan Popülist Şiir Derslerini ben veriyorum. Yani bu derneği bir Hakan Arslanbenzer şekil şemayili olarak algılayanlar varsa yanılıyorlar. Benim de katıldığım, daha geniş çaplı hatta çok yönlü olmasını arzu ettiğimiz bir faaliyet bu. Dernekle ilgili bazı başlıkları söyleyeyim ve derneğe üye olmanızı rica edeyim. 



1) Birincisi, abi bir şey yapmak istiyoruz ama yerimiz yok diyenler hemen Popülist Kültür Derneğine gelsin. Çünkü popülizmin gereği birbirine yardım etmektir. Kim olursan ol. Bu önemli bir şey, ihtiyacı olana. Bu konuda kendinizi rahat hissedin. 20 kişiyi rahatlıkla alabilen sevimli bir yerimiz var. İnternet bağlantımız ve çay içmek için tesisimiz de mevcut. 


2) Popülist Şiir Derslerinin benim hastalığım nedeniyle verilen aranın ardından yeniden başladığını tekrar duyurayım. Bu derslerin tek sorunu vakit gibi görünüyor. Cumartesi günleri 16.00 gibi M. Köyde olmaya imkanınız varsa hiçbir şekilde gelmekten çekinmeyin. Akademik katılıktan uzak, sempatik diyebileceğimiz bir ambiyans içinde geçiyor dersler. Konuşmak, istediğin zaman girip çıkmak da serbest üstelik. Çay içmem diyen kahve de içebilir. 


3) Derneğe gelip gitmek, bir şeyler yapmak ve yapılanlara katılmak için üyelik kesin şart değil. Gönüllü olanı tabii hemen üye yapıyoruz. Gönüllü olmanız derneğe güç katacaktır. Kafanızda bir düşünce varsa, şunu yapsak iyi olur diye, bunu üyelikle çok rahat geliştirebilirsiniz. Adı üstünde bir dernek bizimki, popülist yani. Hiyerarşik bir yapısı yok, şirket-cemaat-parti dayatmalarından uzak, mesleki sınırlılık söz konusu bile değil. Sen ve ben varız dernekte. 


4) Derneğin kuruluş ilkelerinin başında daima güler yüz, iyi karşılama ve gelene asla git dememe var. Gözlemlediğim şey, gelenlerin beni bile kafalarındaki gibi katı göremedikleridir. Kafalarında buz gibi bir Hakan Arslanbenzer var. Yazılarım buna yol açmıştır mutlaka. Yazarken gıcık olabiliyorum, farkındayım. Ama popülist ortamda buna benim de kimsenin de hakkı olmadığı ortada. Burada iyi niyet, güler yüz ve saflık var. 


5) Saflığı biraz açayım. Sonuçta insanların birbirlerine yakınlıkları siyaset ve günlük yaşama alışkanlıklarıyla kuruluyor. Ama hangi görüş ve yaşayıştan olursan ol, Popülist Kültür Derneğinde buna uygun bir açık kapı ve açık yüreklilik bulabilirsin. Şeffaflık yani. Benim düşüncem şu, sen de buna tabi olacaksın gibi bir şeyden bıktığımız için Popülist Kültür Derneğini kurduk. Başkası bize şu veya bu olmayı dayatıyor zaten. Biz kendi kendimiz olarak neyiz, burada temel ilgi bunun üzerinde. 


6) Dernek üyelik aidatı da işsizler dışında herkesin ödeyebileceği küçük bir şey. Yılda 60 lira. İşsiz arkadaşlar da üyelik başvurusu yapsınlar ama. Onlardan aidat almayız olur biter. Amaç birlikte olmak. Aidat sadece kirayı, stopajı, faturaları ve muhasebeci ücretini ödemek için alınıyor zaten. Bir gelir planı asla yok. 


7) Düzenleyeceğimiz atölyeler için gönüllü olmanızı davet ediyorum. Popülist Şiir Derslerini ben, Popülist Psikoloji Derslerini Melek, Tez Sunumlarını Fazıl ve Ali yürütüyoruz şimdilik. Yakında inşallah Öykü/Hikaye Atölyesi başlayacak. Popülist Sinema sohbetleri yapılacak. Kafanızda bir konuşma balonu varsa, insanlarla yapabileceğiniz bir faaliyet söz konusuysa hiç çekinmeyin, hemen gelin, birlikte dizayn edelim. Sonuçta kültür başlığı altında yapılabilecek çok fazla iş var. 


8) Derneğe gelmek için İslamcı veya Popülist olmak da şart değil, onu da söyleyeyim. Elitistim ben kardeşim ama merak ediyorum diyen de lütfen gelsin. Bu önemli değil. Popülist olan biziz ve insanları yabana atmamak, kimseyi geri çevirmemek ilkelerimiz arasında.


9) Üye olmak için sayfanın sağ üst kısmındaki linkten Üyelik Formunu indirip doldurduktan sonra populistkultur@gmail.com adresine gönderin, üyelik işleminiz başlasın. 


10) Maradona.

Popülist Kültür Derneği içinde yayınlandı | 2 Yorum

>Gök akkuyruk, Çorum Çıplağı, Takke perçem, Ala (hiç sevmem)

>

Başlıktakiler güvercin. Bol paça olanları var mesela. Bazen ayakları kanar hayvanın o kadar paça yüzünden yürürken. Kimisi bırakınca yarım metreden takla atmaya başlar. Oyunlu. Kimi yatıktır. Kimisi felaket süzülür. Çorum çıplağı mesela paçasızdır. Takla da atmaz ama bir kanat sesi çıkarır ki insan aklını yiyebilir. Çok besledim küçükken. Oğlumla ara sıra mahallede gidiyoruz. Besliyorlar. Emin olamıyorum alışsa mı alışmasa mı diye. Eroin gibi çünkü. otuzbeş yaşına geldik. Hala elim gidiyor. Birazdan anlatacaklarımla güvercinlerin hiç alakası yok ve derseniz ki niye böyle bir giriş yaptın, kabalaşmayın derim; ben sizinle siz diye konuşuyorum çünkü. Ha derseniz ki niye böyle bir giriş yaptınız, inanın bilmiyorum. Valla.

İnternette ciddi, hayırlı, doğrudan ve iyi hiçbirşey yapılamayacağını hep savundum. Yeni değil. Benzer şeyleri birçok kişi söylüyor. Yok öyle değil. Ben biraz daha başka bir yerden söyleyeceğim söyleyeceklerimi. Diyeceksiniz ki o zaman şimdi söyleyeceklerini neden ciddiye alalım. Madem burada ciddi birşey söylenmiyor? Aferin. Almayın zaten.


Televizyonda mesela hiçbir hareketli görüntü yoktur aslında. Kati surette canlı olmadığına dayanamadıkları için olsa gerek Live filan yazıyorlar köşeye. Nesi live anacım? Arka arkaya cansız kareler işte. Alttan da bindiriyorsun müziği. Bu. Dead yani. Hem de mutlak ve tam bir cansızlık durumu. Naklen diyorlardı Türk televizyonlarında bir zaman önceye kadar. Bir nebze yani, eh evet. Olabilir. Ama canlı manlı değil. Katiyyen. Televizyon işi bir kıvama gelmeye başladı. Artık tümüyle gerizekalı insanların gerizekalı insanlarla karşı karşıya oynadıkları bir oyuna dönüştü iş. Bir nevi porno. Oynayanlar zevk alıyormuş gibi yapıyor kameralar açık olduğu sürece. Kızıyormuş, seviniyormuş, coşuyormuş, üzülüyormuş gibi yapıyorlar .Bir görüşü, inancı, açıyı, birisini müdafaa ediyormuş gibi görünüyorlar. Oynayanlar da seyredenler de bu pornonun tümünün en az kadın programlarında olduğu kadar yalan dolan olduğunu biliyor adı gibi. Hah. Zaten böyle olmalıydı baştan beri. Biraz zaman aldı. Ha en ciddi(nasıl olacaksa artık?) siyaset programı ha kardeşinin kendine tecavüz ettiğini anlatan kadın veya adamın televizyonda bunu söylemek için kaç para aldığının televizyonda ortaya çıkarılması. Yemketeyiz veya BBG farklı da Tarih programları veya mesela 5n 1k farklı mı? Aynı bokun laciverti.

Televizyon olması gerektiği şekle geliyor yavaş yavaş. Mutlak ve kabul edilmiş tam bir aptallık. Daha çok kadın, daha çok yalan, daha çok müzik, daha çok hız, daha çok kibir, daha çok kumar, daha çok fal, daha çok münafık, daha çok sahte kahraman, daha çok yaşam tarzı, daha çok sağlıklı yaşam, daha çok gizli budizm, daha çok gizli sapık inanç, daha çok rüya tabiri, daha çok hayal, daha çok cedel, sahte kavga, sahte hakaret ve aşağılama. Daha sefil, yoz, aşağı, azgın, çirkin, şeytani, pis, yılışık, renkli, ışıklı ve boş. Daha can sıkıcı, daha manik ve daha depresif, bilmemne. Nefsi emmareden ne anlıyorsunuz deseniz ilmi olan bir kimse böyle birşey derdi size. Bunun bütününe bakmaya gerek yok. Birkaç dakika kafidir. Bin yıl üretilsin bu diyelim, birşey değişmez. Nefsi emmare bir ateş topu gibi birşey. bir kıvılcımın nevini anlamanız yeterli. Bütün topu avcunuza almaya gerek yok. Yalan, tüm yalanlığıyla kendini ifşa etmeye başlıyor. Şunu merak ediyorum ama. Açık bir şekilde, ima yoluyla veya bir telmih olarak veya mesela simgelemeyle vesaire değil lafzen ve doğrudan televizyonun ve bu türden tüm görüntülerin yalan olduğu ve sadece yalan olduğu, yalana yaradığı söylenmeye de başlanacak mı? Bunun da bir işe yaramasını bekleyecekler mi?

Bunları neden söylediğime gelince, en başta, internette milletin kafasına gözüne daldığımız zamanlarda biz aslında dalga geçiyorduk. Tümüyle dalgaydı ve eğlenceydi. Kafası azıcık çalışan birkaç kişi anlamıştı ne yaptığımızı. Ama fena hızlıydık yani. Kimse daha hızlı silah çekemediği için o zaman, o atari oyununu kazandık. Bunun atari olduğunu anlamadıkları için çoğu mesela bana dargındır hala. Geri de alamadım sonra. Öyle arada pis ve bungun bir balon oluştu. Sonra iş ciddileşti. İnternette birşeyler söylemeyi insanlar ciddiye almaya başladı. Bir süreliğine ben de. Ama uzunca süredir ticari birtakım faaliyetler ve işlemler dışında internetin hiçbir işe yaramadığını biliyorum. Boş, faydasız ve insana göre olmayan bir nane bu. Ve ömrü çok olmayacak. Televizyonun yalanlığı ve faydasızlığı o tüm kendiyle (televizyonun insanı aptallaştırdığının sürekli televizyonda söylendiği gibi) çelişerek yeniden kurması, kendini eleştirerek berkitmesi ve kendi muhalifini yaratıyor gibi yapmasına rağmen saçmalığı, gereksizliği ve uydurukluğu artık ortada. İnternetin ne olduğunu da insanlar tüm yalınlığıyla anlayacak. Anlamaya başlmadılar mı, işte şurda şurda şurda bu kadar kişi zaten bunları söylüyor diyeceksiniz. Hayır. Onların ki Chomsky’nin veya Sartre’ın muhalefeti gibi. Sadece kafirlerin, yalancıların ve yalanın işine yarar. Aynı şeyi söylesek bile, aynı kelimeleri kullanarak aynı yer ve zamanda söylesek bile, benim birşeyi söylememle mesela Noam Avram Chomsky’nin söylemesi arasında “kocaman bir fark var”. Ben doğruyu, hakikati, iyiyi söyleyebilirim. O(nlar) söyleyemez. Ben salih amel işleyebilirim. Onun gibi bişey.

Başta internette ve internetle sadece dalga geçtim. Sonra zararını farkettim. Abartarak ama. Olduğundan daha fazla bir güç vehmetmişim ki haksız sayılmazdım çünkü o kadar da ne olduğunu anlamıyordum. Artık neredeyse tamamen ne olduğunu, nasıl olduğunu, nasıl tümüyle faydasız olduğunu ve neden büyük bir hızla anlamını tümüyle yitireceğini biliyorum. Bunun bir testi birkaç gün önce burada söylemeye çalıştığım şeyler oldu. Son zamanlarda düşündüğüm ve bulduğum şeyleri yazmaya çalışıyorum. Çok temiz, yüksek ve hakiki görüşler. Kesinlikle çoğu kişisel değil ve kesinlikle benim düşüncelerim değil bunlar. Çoğumuzun samimiyetle baktığımzda görebileceğimiz doğrular. Onların bir kısmının müsvettelerini paylaşıyim dediğimde bu mecranın buna nasıl uyamayacağını da tüm açıklığıyla görebildim. İnşallah sözünü ettiğim görüşleri yazarak, olması gerektiği gibi ve olması gerektiği şekilde yayımlayacağım.

Televizyonun bir hızı var mesela. Bu öyle bir hız ki onun eşliğinde asla birşey söyleyemezsiniz. Televizyonda asla birşey söyleyemezsiniz. Bunu burada teknik olarak anlatabilmem epeyce güç. Muhtemelen denesem başarırım ama inanın çok uzun sürer ve ciddi boşluklar kalır ki o kadar uğraşmaya değmeyeceğini anlarsınız. Ama bana güvenin. Ne dediğimi ve bunun ne kadar doğru olduğunu biliyorum. İnternetteki durum sadece hızla alakalı değil. Hızla ve zamanla yakından bir alakası yine var ama burada birşey söylenemeyeceği meselesinin tek sebebi zaman değil. İkinci bir çok temelden sebebi daha var. Televizyondan da daha derinden ve temelden bir başka sebeple burada söylediğimiz hiçbirşey anlam katına çıkamıyor. O sebep mekandır.

Genç arkadaşlarıma bir tavsiyem var. Mesela müzik dinlemeyin. Ama dinleyecekseniz internetten dinlemeyin. Yani dinleyin tabi, ben de mesela internetten müzik dinliyorum. Ama bir müzik parçasını mp3 olarak dinlerken cd’den dinlediğinizdekinden aldığınızdan ne eksildiğini bilin. Cd dinlerken kasetten, kaset dinlerken plaktan aldığınızdan ne eksiliyor, bilin. Ama cd ve kasetle plak arasındaki fark katlanılabilir bir farktır. İnternetten dinlediğiniz çok daha farklı. O farkı anlayınca birşey oluyor. Ki o olan şeyi abartmayın. Buluş yapmadınız. İkincisi nihayet müzik öyle büyütülecek birşey değil. Eğlence yani sonuçta. Boş bir uğraş.
İnternet bu türden boş uğraşların en kötü yapıldığı yer sadece. Bir fikrin varsa hakikaten bir fikrin olur ve onu yüreğinde taşır, kafanda kurar, ellerinle yazar dilinle söylersin. Adamsan hatunu dışarıda da bulursun. Birini madara edeceksen sokakta edersin. Kavgaya gireceksen gerçek insanlarla gerçek insanlara karşı girersin. Batak oynayacaksan sanal kartlarla değil 52yle oynarsın. Filan. İnternet dediğimiz şey zaten malayani olan bu türden işlerin süfli, korkak, genel olarak müstearla ve karı gibi yapıldığı kocamaaaaan sandığımız miskal-i zerre (bile değil de işte) bir yer. Kafirler buldu zaten. Ve onlar köpürtüyor. Sivilceli, ezik, pis – muhtemelen kokuyorlardır- korkak, asosyal ve en aşağılık olanları hem de. Ne bekleyecektik ki? Laf benimkisi. Güvercin yuvaya alışsın diye kanadını çekerler bir de. İnternette değil yok. Bizimkiler yapıyor. Günah değil mi ya?
Uncategorized içinde yayınlandı | 11 Yorum

>İyi bir kitap

>

Ben İsmet Özel Şair, OKUR KİTAPLIĞI, Reşit Güngör Kalkan içinde yayınlandı | Yorum bırakın