>Yorum yazan isimsiz İslamcı, bunu oku

>Adını soyadını yazanı dövmüyoruz halbuki. Sadece bu odur diyebiliyoruz. İsimlerini neden gizliyor olabilirler? Belki tanıdığımız insanlar oldukları ve yüzümüze güldükleri içindir. Yani karşımızda konuşamıyor ama isimsiz yorum bırakmaya gelince çakal kesiliyor. Biliyorum bazıları ile tanışmıyoruz bile, hatta galiba çoğunu tanımıyoruz. Ama bunların isimlerinin anılmasıyla ilgili bir korkuları var. Belki aile ve iş çevremde sıkıntı olur, itibarım zedelenir diye korkuyorlar. Fakat aynı hassasiyeti hakaret ettikleri yazarlara göstermiyorlar. Sürekli ellerinin altındayız sanki. Eren şöyle, Hakan böyle filan sanki. Yoo aslında, biz sadece imzamızı atmak suretiyle yazı yazan insanlardan ibaretiz ve yazı yazmanın her tür sakıncasına da sonuna kadar açığız. 
Mesela yazdığım yüzlerce yazı, daha doğrusu bu yazıların en azından bir kısmında takındığım katı tavır nedeniyle başıma bir sürü şey geldi. En azından isimsiz ve hakaret dolu yorumlar alıyorum yıllardır. Ama biraz nefes alıp düşününce, ve tabi bazı tedbirler aldıktan sonra, ne olmuş ki diye düşünüyorum ve hiçbir şey olmadığını, uğradığım zararın başka yönlerden zaten tazmin edildiğini görüyorum. Eren Safi’nin direktliği veya benim nasıl desem bir fikri ifade ederkenki ısrarım pek fazla benzeri olmayan şeyler. Böyle bilinmekten, böyle görülmekten, böyle olmaktan insan rahatsız olmaz. Yani demek istediğim korkakça yorumlarınız Eren Safi’yi daha da bileyecek, topyekun bizim haklılığımızla ilgili kanaatimizi keskinleştirecektir. Allah yanıltmasın ama insan sırf bu yüzden yanılabilir de. Ben bir ölçü kurdum bu konuda. İsimsiz de olsa gelen yorumların tonuna bakıyorum. Salt hakaret varsa, yazar haklı diyorum. Eleştiri varsa, zaten onaylıyorum ve bazen küçük de olsa bir görüş alışverişi veya tartışma olabiliyor. Şikayet veya dilek tonu varsa, burada açıcı, kucaklayıcı davranmaya gayret ediyorum. İsimsizlik sorun değil yani. İtibar korkusunu tanımıyorum ama anlayabiliyorum. Hem isimsiz hem saldırgan yorumları anlamıyorum ama. Bunu yapanlar gerçekten şeref yoksunu insanlar. Hem küfür edeyim hem bedel ödemeyeyim, gibi bir şey çünkü. Bilinmesi gereken, biz bu işte deneyimliyiz; öyle birkaç isimsiz küfürle, hakaretle ne konuşmaktan vazgeçeriz ne fikrimizden cayarız. Eskiden bunları tek tek tespit edip canlarını yakıyordum. Ama gerek olmadığını zamanla öğrendim.

Uncategorized içinde yayınlandı | 3 Yorum

>Tarihçiyi Vurmasınlar

>

Tarih diye birşeyi gavurlar başta kuvvetle muhtemel, geçmişlerindeki (ve pek tabii bugünkü) pisliklerini örtbas etmek için uydurdular. Onlar, kafirler yani, hep süfli ve aşağılık bir milletti. (“Küfür tek millettir” buyuruluyor. Buradaki millet o millettir.) Hayatları zulüm, ziyan, isyan, yalan dolan, hırsızlık, gasp, azgınlık, kibir, fitne, sahtekarlık, faizcilik, katliam, inkar ve bunun gibi fena huylardan, feciliklerden ve necasetten ibaretti. Bugün de çok farklı değil. Ama hiç böyle değilmiş gibi, ifsad ettikleri Müslüman kavimlerden zavallı insanların düştükleri durumun görüntülerini bire bin katıp kocaman merceklerin altında insanların gözüne, milyonlarca kere ve hergün, sokarak müslümanların pis ve daha aşağıda insanlar olduğuna inandırmaya çabalıyorlar. Bununla beraber kendilerine taşeron tuttukları bir takım akılsız Müslümanları kullanarak İslam’la terörü özdeşleştirip müslüman dediğimiz “şey”i pis, saldırgan, kör, medeniyet düşmanı ve “şeytani” bir yaratık gibi göstermeye çalışıyorlar. Bunu başaramayacaklar. Müslümanların bu türden insanlar olduğunu, kafirlerin ise temiz, daha yukarıda, medeni, hak hukuk tanıyan, dünyayı daha iyi bir yer haline getirmeye çalışan melekler olduğuna inandırmayı amaçlıyorlar. Başaramayacaklar. Bu ayrı bir mevzu. Ama konuya girerken sanıyorum buraya bi değmek gerekiyordu.
Evet. Kafirler pis ve aşağılık bir millettir. Tarihi ise sanıyorum geçmişlerini gürültüye getirmek için, laf kalabalığıyla her milletin asılnda benzer cürümleri işlediği safsatasına insanları inandırmak için uydurdular. Böylelikle modern tarih biliminin kocaman kütüphanesinde milyarlarca konu on milyonlarca tez ve fikir arasında İngilizlerin, İspanyolların, Amerikalıların, Fransızların ve diğer Kafir kavimlerin atalarının (bugün de kendilerinin) yüzyıllardır insanları nasıl zulüm altında inlettikleri küçük ayrıntılar olarak kalacak.
Bugün terörist müslümanların fotoğraflarından, Pakistandaki sefil, aç, iğrenç (?) yoksul müslüman çocuklarının görüntülerinden, Nijerdeki, Sudan’daki başka müslüman memleketlerindeki gayri medeni müslüman adamların ve kadınların birbirleriyle tepişmelerini izlemekten vs. başka ne yapabiliyoruz? Pardon! Amerikalılar’ın Afganistan’da onüç tane sivili yanlışlıkla mı kasıtlı mı öldürdüğünü tartışabiliyoruz Vikilikse çok şükür. Yeni ve beceriksiz (!) tanrımız Vikiliks en azından bu demokratik hakkı bize bahşetti! Bir de Guantanamo’da ve Ebu Gureyb’te insanlara insanlık dışı hareketler yapıldığını. Yani arada kazara birkaç sivil öldürülmese ve postmodern toplama kamplarında insanlık dışı (?) şeyler yapmasalar hiçbir sorun yok. Öyle mi?
Elbette değil. Kafirler yeryüzünü kana buluyor. Ve bunu ellerine gücü geçirdikleri günden bugüne kadar, yüzyıllardır kesintisiz yapıyorlar. Evlerimize giriyor, ırzımıza geçiyor, canımızı alıyor, çocuklarımızı, yaşlılarımızı gençlerimizi katlediyorlar. Topraklarımızı işgal ediyor, yerin altında üstünde ne var ne yok yağmalıyorlar. Hayvandan aşağı bir tıynette ve arsızca, yüzümüze baka baka ve bizi suçlayarak, aşağılayarak yapıyorlar tüm bunları. Zulümleri sadece savaşmakla, adice, adaletsizce, sinsice ve korkakça savaşmakla kalsa. Öteki taraftan kafirlerden birkaç yüzbin kişi refah ve sefahat içinde yaşayacak diye bütün insanları kendilerine köle ettikleri sistemin kazıklarını her geçen gün daha derine çakıyorlar. Faizle, bankacılık sistemiyle tesis ettikleri zulmü başka türlü de açıklayacak olan varsa ben geri çekilmeye hazırım. Ama bana bu kapitalizm canım, evrensel kuralları var ve gayet de serbest pazara dayanır filan gibi masallar anlatmayacaksınız. Taşlar bağlı köpekler serbest derler ya bozuk düzenleri anlatmak için. Burada taşlar da köpekler de serbest. Taşları kafamıza gözümüze atıyorlar. Köpekleri de üzerimize saldırıyor. Tarihçiler kapitalizmin köpeklerindendir (yazıda tarihçi geçen yerleri lütfen aydın, sosyolog, sosyal bilimci, gazeteci, televizyoncu, uzman filan diye de okuyunuz).
Modern tarih, modern bilimin tüm diğer şubeleri gibi sapık bir düşünceyi, sapıklığı temel alır. Oradan doğar. Kuran’daki kıssalar, hadislerde anlatılanlar ve siyer-i nebi dışında geçmişle ilgili dinlediklerimiz ya masaldır, ya atalarımızdan bize kadar anlatılagelen hadiselerdir (ki biz onlardan kavmimizin hasletlerini, meşruiyetini ve müadafaasını, kardeşlerimiz olan diğer kavimleri ve zalim kavimlerin zulmünü öğreniriz ve kendileri alamadılarsa atalarımızın öçlerini devralırız) veya safsatadır. Biz hülefai raşidin dönemini bile bir nevi o mübarek insanların meşreplerini okur gibi, ahlaklarına hürmete bir vesile olarak dinleriz. Bilimsel anlamda belgesel tarih metinleri olarak değil. Yani İslam tarihi gibi birşeyden bahsetmek bile bu bağlamda saçma. Neymiş İslam tarihi?
Artık Amerikalıların gerizekalı oldukları tüm insanların ortak fikri haline geldi. Ama Batılıların genel olarak aptal olduklarını henüz herkes kabul etmiş değil. Ben Yahudileri biraz ayrı tutuyorum orada. Gerisi hakikaten aptal. Nasıl oluyor bilmiyorum ama Yahudiler’in hakikaten kafası daha çok çalışıyor. Onlarla konuşabiliriz. Ama bir İngiliz’le tenezzülen ve bazı ön şartlarla konuşuruz. Haklarını yemeyeyim. Ortalamanın üzerinde bir eğitim alıyorlar. Belki de onları mutlak anlamda aptallaştıran da budur bilmiyorum. Modern eğitim aptallaştırıyor bunu biliyorum tabii. Ha bir de şöyle birşey var, hem modern hem çarpık eğitim abuk subuk bir sonuç doğuruyor. Buna döneceğiz. Eğitim derken, iyi bir eğitim almış bir İngiliz tarihçisi Hıristiyanlık hakkında, İngiltere hakkında, İngilizce hakkında, yani kendi kavmi ve inanışı hakkında en az bilmesi gerektiği kadarını bilir. Bu onlarla konuşurken, konuşmamız için, konuşmaya oturmamız için ön şarttır. Tabii ki bir kafirin alim olabilmesi muhaldir ama muharref de olsa Hıristiyanlık hakkında bilgi sahibi de olan bir İngiliz tarihçiyle konuşmaya tenezzül edebiliriz. Adama en azından Anglikan kilisesinin neden kurulduğunu anlatmamıza gerek kalmayacak. Veya Yuhanna’yla Markos arasındaki fark hakkında bir fikri olacak. Ya da Aziz Matta’nın çilesi üzerine yazılmış değişik besteleri, metinleri kıyaslayabilecek. Ruhül Kudüs dediğimizde suratımıza bön bön bakmayacak ilh.
O kendini en temelden bilmese de bir İngiliz tarihçi ayrı bir yerden de muhatabımız olmayı hak ediyor. Şu, bir İngiliz tarihçi evvela kendi kavminin sonra da tüm Kafirlerin meşruiyeti için çarpışan bir savaşçıdır. Fransız bir tarihçi İngilizler’den hatta İspanyollardan bile mesela Callais’nin veya falanca savaşın hesabını sorabilir belki, hatta Almanlara karşı içten içe kin besliyordur ama o herşeyden önce bir kafir. Sana karşı, bize karşı Fransız değil o. Onun Fransızlığı İngiliz’edir, Alman’a, İspanyol’adır. Bize karşı diğerleriyle, diğer kafirlerle beraberdir, birdir. Bu bağlamda söz gelimi İspanyollar Armada’yı da, iç savaşlarını da başka detayları da unutuverirler. Onların ötekisi Endülüs değildir. Araplar’a karşı değil, İspanyollar, Müslümanlara karşı çarpıştılar. İspanyollar olarak değil, kafirler olarak. Spanish Armada tarihte İspanyollarla anılacak. Ama Kurtuba kütüphanelerini yakan İspanyollardı diyemeyiz. Eksik kalır, onlar kafirlerdi. Haçlılar, Haçlılardı. Haçlılar, İspanyollar, İtalyanlar, Macarlar yok şunlar, filanlar, filanca milletler veya onların bir araya gelmesi değildi. Kafirlerdi onlar. Tektiler, tek bir millettiler. Hala kafirler. Bize ise bir zamadır Arab’a karşı, Kürd’e karşı, Türk olmayı öğretiyorlar. Kürd’ü Türk’e, hatta neredeyse bir tek Türk’e karşı Kürt olmaya kışkırtıyorlar. Biz bir tek kafire karşı Türk’tük halbuki. Arap sen kimsin dediğinde sendenim, Kürd’e bendensin diyorduk. Ora, Arap’tan olduğumuz, Kürd’ün bizden olduğu yer hala duruyor mu bilmiyorum ama kafirin kafir olduğu yer duruyor. Orada.
Evrensellik şöyle birşey. Mesela evrensel anlamda bi halt yemiş aydınlara (?) Nobel ödülü veriyorlar. Özellikle Batı’nın doğusunda kalan ülkelerin aydınlarında bu anlamda aradıkları ortak özellik kendi kavimlerine havlamaları. Bilimde de böyledir. Küfrü ne kadar tasdik ve takdis edersen, kendi temiz suyuna ne kadar işersen o kadar evrensel oluyorsun. Yoksa bütün insanların bir arada oldukları ve herkesin fikrini söylediği bir büyük kürsü diye birşey elbette yok. Aşağıya, hayvandan da aşağıda bir yere bir havuç koyuyorlar, oraya kadar alçalabilince evrensel bilgiye ve saygınlığa ulaşıyorsun. Havucu da vermiyorlar, ayrı. Orası kafirlerin ideolojilerinin kurulduğu ve seslendirildiği yerdir. Orada bizim tarihçi dediğimiz ama konuşmaya ne yazık ki tenezzül edemeyeceğimiz hem modern hem çarpık eğitim almış zavallılar da yetiştiriliyor. Türklerin içinde yaşayan bu gariban takımının İngilizlerden, Almanlardan, Fransızlardan, İtalyanlardan, İspanyollardan, Amerikalılardan veya diğer batılı kavimlerin tarihçilerinden ayrıldıkları yer ise kendi kavimleriyle ilgili zır cahil olmalarıdır.
Bunlar mesela sehiv secdesiyle tilavet secdesi arasındaki farkı bilmezler. İkindinin ilk sünnetinin üçüncü rekatında zammı sure okunur mu desen Google’a bakmaları gerekir. Müellefetül kulub’a neden zekat verilir diye sorduğunda sana uzaylı gibi bakarlar. Neden ayağın altına değil de üstüne meshedilir, uyanık gençler neden denize girerken Hanbeli’ye uyar, Şafi’ler Harem’de (İstanbul’daki değil!) neden Hanefi’ye uyar, yeri gelmişken İstanbul’daki Harem’in adı neden Harem’dir, bilmezler. Evrensel değerlere (?), bilimsel verilere (?), nesnel bilgiye (?) sıkı sıkıya bağlı bu değerli ve yüksek aydınlarımız, akademisyenlerimiz ne Eş’ari ile Maturidi arasındaki farkı ne Mu’tezile’nin doğuşunu ne İmameyni, ne mesela Buhari’yle Tirmizi’nin arasındaki tasnif farkını ne Nakşi yolunun Halidiye kolunun bürokrasi ve siyasetteki etkisinin nedenini ne Cerrahilerin müzikle ilgisinin temellerini bilirler. Ne Akşemseddin’in Göynükte neden yattığından haberleri vardır ne mesela Eba Eyyub El Ensari’nin İstanbul’da ne aradığından. Diyeceksiniz ki acaba zekattaki nisap miktarını, öğlen namazının kaç rekat olduğunu, oruca ne zaman başlandığını, şavtın, tavafın ne olduğunu bilirler mi? Bilmem? Yani bilirler mi bilmem. Ama bizi suçlamayı, haklarında hiçbirşey bilmedikleri, dinlerinden, dillerinden (çoğunlukla, özellikle gençler, dilimizi de bilmiyorlar. Bunu kullandıkları gavurca kelimelerden, çok zayıf Türkçe kelime bilgilerinden ve telaffuzlarından anlayabilirsiniz.), meşreplerinden, itikatlarından anlamadıkları insanları karalamayı biliyorlar. Üzerimize delirmiş bir hırs ve nefretle kinlerini kusmayı biliyorlar. Karanlık ve cahil bir manyaklıkla saldırmayı biliyorlar.
Bizim dilimizde konuşarak, bizim gibi yiyip içerek, bize benziyormuş gibi yaparak nihayet bizim gibi görünerek, bizden görünerek, küfrediyorlar, bize küfrediyorlar. Şunu astık, bunu kestik, şöyle zulmettik böyle adaletsizlik ettik, biz millet olarak zaten şöyle cahiliz, zorbayız böyle barbarız bilmemneyiz diye salyalar akıtmayı biliyorlar. Ayakları her çukura girdiğinde sırıtarak “burası Türkiye” diye alay etmeyi, karşılaştıkları her çarpıklıkta “e zaten bu bir doğu toplumu” diye aşağılamaya çalışmayı, her türden azgınlıklarının azıcık sorgulanma ihtimali karşısında “muhafazakarlaşıyoruz! Adam kesiyorlar! Mahalle baskısı!” diye yaygara koparmayı biliyorlar. Ben bunları muhatap almayı kabul etmiyorum. Hakikisi varken çakmalarıyla hele çarpık ve eksik eğitilmişleriyle tenezzülen de olsa karşılaşmayı reddediyorum. Hakiki kafirlerle, hakikaten kafirlerle konuşabilirm. Münafıklarla değil. Onların yüzüne tükürmeyi, insanlarmış, haşa hayvanlarmış gibi kabul etmeyi reddediyorum. Orası duruyor mu, orası bu dünyada hala var mı bilmiyorum. Varsa, orada müslümanlar münafıkları insan, hayvanat veya nebadat yerine, öyle yüksek ve temiz bir yere koymazlardı. Kimisi katledilerek kafirlerin katına yükselmiştir. Allah bir daha hiçbirine böyle bir şeref nasip etmesin.
aydın, entelektüel, münafık, sosyal bilimler içinde yayınlandı | 1 Yorum

>Korkak tavuk: Şair

>

Bir dergide gördüm, şairlere sürekli okudukları beş şiir kitabı soruluyor. İdeolojik cevaplar silsilesi halinde bir anket olmuş. Memlekette şairlerin en çok etkilendikleri şiirleri dahi inkar ettiği günlere geldik. Oldukları değil olmak istedikleri, maske olarak taktıkları halleriyle çıkıyorlar karşımıza. Maalesef şiirlerini de böyle yazıyorlar. Durup düşündüm benim hiç vazgeçmediğim, başucu şiir kitaplarım hangileri diye. Akif’in Hakkın Sesleri, Turgut Uyar’ın Tütünler Islak’ı, Sezai Karakoç’un Şahdamar’ı, Cahit Zarifoğlu’nun Menziller’i, İsmet Özel’in Celladıma Gülümserken’i… en çok etkilendiğim şiir kitapları arasında ilk beş olabilir. Yoksa onlarca modern şairimizin, bir on kadar da klasik şairimizin yüzlerce şiirinden bende izler kalmıştır. Ama zorlanınca ilk beş diye bunlar geliyor aklıma. 
Karakoç’un ilk kitabının beni en çok etkileyen kitabı olmasına da hayret ettim. Apolitik şiirleri meğer en etkili şiirleriymiş. Şahdamar, Kapalı Çarşı, Liliyar, İnci Dakikaları gibi şiirleriyle. Zarifoğlu gençlikle olgunluk arasındaki şiirleriyle kafamda yer etmiş. Ağaçlar, Çoğalmak vs. şiirleriyle yani. Akif, Uyar ve Özel konusunda ise çok netim. Üçü de beni en sağlam kurulmuş kitaplarıyla, tabiri caizse mimari şiirleriyle etkilemiş. Geçenler varsa İslamın şu çiğnenmiş diyarından, Terziler Geldiler, Ils Sont Eux gibi anıtsal şiirleriyle. Karakoç ve Zarifoğlu o kadar önemli şairler değil bence. Etkileri duygusal, neredeyse hormonal çünkü. Fikir olarak Zarifoğlu şiirimizde önemli bir momentum sayılmaz. Karakoç ise lirik şiirdeki başarısını epik şiire taşıyamamıştır. Ama gene de Ece Ayhan gibi, İlhan Berk gibi atmasyon şairlerin karşısında yüksek bir pozisyon demek oluyor Karakoç, Zarifoğlu ve hatta Cemal Süreya. “Hatta”sı, kendisini epik-siyasi bir şair olarak koymamasından. Yoksa Ülke, Göçebe gibi şiirleriyle ciddi katkısı var. Ece Ayhan’dan ne kadar başarıldığı muamma olan birkaç tuhaf şiir kalacak sadece. İlhan Berk’ten düzgün ve ikinci dereceden birkaç şiir. Çalışılmış, düzyazıya yakın şiirler. Gene de Melih Cevdet, Ahmet Oktay gibi yüzeysel şairlerin karşısında içeriden bir yeri var İlhan Berk’in de Ece Ayhan’ın da. İyi şairler değiller yeterince, hepsi bu. Bugün onlara meftun olanların sayısının çokluğu da bu yüzden zaten. Eskiden meftunları da yoktu. O biraz Enis Batur’un editörlüğü, Yapı Kredinin yayıncılığı sonrasında oldu. Tüketiciler Turgut Uyar’ı çitlemeye başlamışlar şimdi de. Turgut Uyar Şiir Yarışması gibi bir şey icat edilmiş. Tüketici değil yok edici aslında, eski dilde öyle en azından, müstehlik yani, helak eden; müstahsilin, sonuç alanın tam tersi. Şiir yok edilebilirmiş, helak olurmuş popülerleşen şiir, bunu öğrendim. Siyasi şiir, epik şiir de yok edilebilir; zor olur ama mümkündür. Şükür ki okunması biraz daha yürek ister. 16 bin mısralık şarkılar yapılmaz çünkü pek.

Uncategorized içinde yayınlandı | Yorum bırakın

>Yayıncı, editör, mütercim. Dostoyevski

>

Razumihin plânını anlatmaya koyuldu. Bizdeki kitapçıların ve editörlerin bastıkları kitaplardan nasıl pek az anladıklarını, çünkü büyük bir çoğunlukla kötü editörler olduklarını, halbuki iyi eserlerin umumiyetle iyi satıldığını, bazan da çok iyi para getirdiğini uzun uzun anlattı. İki yıldır başkaları hesabına çalışan Razumihin kitap baskı işi üzerinde hayaller kurup duruyordu. (…) Razumihin, işe yarayacak kadar üç yabancı dil biliyordu. (…) Razumihin ateşli ateşli sözüne devam ediyordu: Başlıca vasıtalardan biri olan parayı elimize geçirmişken, niçin, niçin bu fırsatı kaçıralım? Gerçi biliyorum, çok çalışmamız, çok yorulmamız gerekecek! Ne çıkar, siz, Avdotya Romanovna, ben ve Raskolnikov el ele verir çalışırız. Bazı eserler şimdi çok iyi bir gelir sağlıyor. Başlıca avantajımız, neleri çevirmemiz gerekeceğini bilmemizdir. Bir yandan çeviriler yapar, bir yandan da bunları basarız. Bu arada tahsilimize de devam ederiz. Benim bir hayli tecrübem olduğu için şimdi size faydalı olabilirim. İşte aşağı yukarı iki yıldır ki kitapçı dükkanlarını aşındırıyorum, onların bütün püf noktalarını biliyorum. İnanın bana, yapılmayacak bir iş değil bu! Böyle bir imkandan ne diye, ne diye faydalanmayalım. Bir sır olarak gizlediğim öyle iki üç eser biliyorum ki, çevirtmek üzere bizim editörlerden birine söylesem, bu hizmetime karşılık her biri için bana yüzer ruble verir. Hele bunların arasında öyle bir tanesi var ki, adını beş yüz rubleye bile söylemem. Ne zannediyorsunuz, bunlar öyle odun heriflerdir ki birine söylemeye kalksam şüpheye bile düşebilir. Müessesenin matbaa, kağıt, satış işlemleri gibi maddi taraflarına gelince, onları bana bırakınız! Piyasanın bütün köşe bucağını bilirim. Küçükten başlar, yavaş yavaş işi büyütürüz. Hiç değilse ekmek parasını çıkarır, herhalde koyduğumuzu alırız. (…) Raskolnikov: Bana kalırsa Razumihin’in çok iyi düşünceleri var. Yalnız bugünden yarına büyük bir müessese kurmak hayaline kapılmayınız. Ama beş altı kitabı başarıyla çıkarabileceğimiz muhakkaktır. Ben de satılacağına kesin olarak inandığım bir eser biliyorum. Razumihin’in bu işleri başaracağına hiç şüpheniz olmasın! O işinin ehlidir.

(Dostoyevski, Suç ve Ceza, Cilt II, çev. Hasan Ali Ediz, MEB y., İstanbul, 1992, s. 217-220.)

Dostoyevski, Editör, Mütercim, Yayıncı içinde yayınlandı | 1 Yorum

>2011 atölyesi: Kültür politikaları

>Arkadaşlar, Fayrap kadrosu, Fayrap yazarı, Fayrap arkadaşı arkadaşlar; 2011 atölyemizi es geçmeyelim efen’m, hımm…

KÜLTÜR POLİTİKALARI, Kültür savaşları içinde yayınlandı | Yorum bırakın

>Ocak sayısı matbaada

>

1 böl parçala pinçik | eren safi
> şiirhikaye
4 çoğunluğumuz iyi (şiir) | orkun elmacıgil
6 önce ekmek sonra bir dal sigara (şiir) | ömer faruk yasin
8  istanbul sıkıntısı (şiir) | elyesa koytak
10 istanbul (şiir) | mehmet fatih çelikkaya
11 gece vardiyası (hikaye) | abdullah kibritçi
14 iki hikaye (bebek, çev. emine akyurt; goethe’yle sohbetler, çev. ali akyurt) | donald barthelme
16 bir çıkış kapısı olarak pamuk prenses | ömer yalçınova
> 1960’larındünyası
20 1960’ların iki siyasi dergisi: yön ve ant | fazıl baş
24 1960’ların edebiyat dergileri | esma güneş
> popülistkültür
28 siyasi popülizm | ali akyurt
32 popülist psikoloji dersleri 2: tasavvuf ve psikoloji | 
melek arslanbenzer                          
35 ermeni soykırımı metaforu düğümü | ilyaz bingül
40 rap | orkun elmacıgil
> fayrapkitap
42 serbestleşme poetikaları çerçevesinden ‘somut’a bakış | ali k. metin                  
46 moleskine defter’den | hakan arslanbenzer

Fayrap 35, Fayrap Ocak 2011 içinde yayınlandı | Yorum bırakın

>Mehmet, sana ne oldu?

>

Kitap-lık’ın son sayısında Mehmet [ Öztek ], Ali Özgür Özkarcı hakkında bir yazı yazmış. Yazının tartışılacak çok yeri var, özellikle siyaset tarihimiz hakkındaki söylevleri, ama ben onları tartışmayacağım, çünkü yazının ne amaçla yazıldığı hemen kendini belli ediyor, o amacı da tartışmam, niye boş beşik sallayayım ki, ama bir şeyi çok merak ettim, burada onu soracağım.

2000’lerin başından beri Hakan [ Arslanbenzer ] ve yoldaşları hakkında olumlu düşüncelere sahip oldum, bunu her yerde yazdım, söyledim. Hatta bu öyle bir noktaya geldi ki, tam 10 yıldır Hakan’la çatışmayı göze alamayan herkes Hakan’la tartışmasını benim üzerimden yaptı, herkesin itirazları – kızgınlıkları – düşmanlıkları benim göğsümden geçti, bu konuda [ hele Mahfil döneminde ] tam bir kara delik görevi yaptım. Bu tartışmaların kuvvetli olanlarını yaptığım kişilerden biri de Mehmet Öztek’ti.


Mehmet, yazısının bazı yerlerinde, yukarıya fotoğrafını da koyduğum gibi, neo-epiği övdükçe övüyor. Hatta bakın, tam bir tarafsız cumhurbaşkanı yemini etmiş gibi, ne diyor: [ … ] “imgenin ölümü”nü, ve o dönemde neredeyse hiç konuşulmayan siyaseti şiirin kraliçesi ilan etmek Hakan Arslanbenzer’e nasip oldu. Şairlerarası ilişkilere doğru yol alan şiirin yönünü “halka doğru” çeviren de Arslanbenzer oldu; tali gibi duran yolları şiirin otobanı haline getirecek bir anlayıştır bu. Sanki ben yazmışım gibi, yer yer sözcük sözcük benim yıllardır yazdıklarımla aynı.


İşte ben tam burada meraklandım, Fayrap’ın çok eski bir yandaşı yoldaşı olarak çok merak ettim, bu merakımı giderecek soruyu da Fayrap bloğunda sormaya kendimde hak gördüm : Mehmet Öztek bir yerlerde neo-epik üstüne fikirlerinin değiştiğini anlatan bir yazı yazdı da ben mi görmedim. Yazdıysa, bu hesaplaşmayı yaptıysa, diyeceğim bir şey yok. Ama yazmadıysa, eski bir neo-epik muhalifi olarak şimdi bu genişbakış nereden geliyor, hangi dağda kurt öldü de Mehmet değişti? Yoksa neo-epik burada, düne kadar birlikte dergi çıkardığı bir arkadaşını kesin bir ayrılık darbesiyle yaralamak için kullandığı bir silah mı? Yahu bu siyasi şiircileri biraz okşarsam onları da yeni hasmıma karşı kullanabilirim diye mi düşündü, siyasi şiir yazan biz şairleri cumhurbaşkanı okşamasına bu kadar aç muhtaç insanlar mı sandı, sorum – merakım bu: Mehmet, sana ne oldu da birden bu kadar değiştin? Bu hamle sana hiç yakışmadı.

Uncategorized içinde yayınlandı | 2 Yorum

>Kitap-lık 143-144

>Kasım sayısının dosya konusu Albert Camus. Kitap-lık ne yazık ki bir çeviri dergisiymiş gibi görünüyor. Editör’ü bu sayısında Kitap-lık’ı diğer dergilerden ayıran şeyin dosyaları olduğunu söylemiş. Yabancı yazarlar için hazırlanan dosyaların yerli yazarlar için yapılamama gerekçesi de “aynı yetkinlikte, derinlikli, nitelikli, yeni yorumlar içeren metinler bulma sıkıntısı”ymış. Ahmakça bir açıklama. Çeviri metinlerin yoğunluğundan da görüleceği gibi halledilememiş bir batı kompleksinden, batının üstünlüğüne imandan başka hiçbir anlama gelmiyor. Oynayamayan gelin yerim dar dermiş demek geldi niyeyse içimden. Böyle bir şeyin özrü olamaz çünkü. Yerli yazarlar hakkında dosya hazırlamak zorunda da değiller üstelik, buna mazeret üretmek daha da komik bir şey. Yüce Kitap-lık katından sahaya inmeye tenezzül ederlerse yetkin, derin, nitelikli metinler bulmak çok da zor olmayacaktır. Ama “sivil otorite”lerini ve fiyakalarını bir kenara bırakmak Kitap-lık aristokrasisi için zor olsa gerek.
Kitap-lık zaten yıllardır belli bir kaliteyi sürdürmeyi başarmış bir misyon dergisi, ne gerek var böyle özürlere. Bu özür bir çeşit kendini aklama oyunu da olabilir pek tabii ama biz Tatar Ramazanı boşuna kapak yapmadık öyle değil mi?

Ölü yazarlar diri yazarlar konusu da insanı eğlendiriyor doğrusu. Ölü yazardan kasıt zaten şu an hayatını devam ettirmeyen yazar değil. Bugün artık üzerine söylenecek çok fazla bir şey kalmamış, yerini başkaları almış, toplumun ve edebiyatın öncelikli konusu olmaktan çıkmış demek. Bunu da açıkladım inanamıyorum. Böyle yazarlara ölü yazar diyoruz ve bu tür yazarlar hakkında bile yeni bir şey söyleyebilmek kaydıyla bir şey yazma hatta dosya hazırlama hakkını saklı tutuyoruz. Ama yabancı dil bilen birinin editörlüğünde, yazarın kullandığı dilden yapılan çevirilerle yaratıcı, bugüne ait şeyler söyleyen, zaten söylenmiş olan şeylerin üzerine çıkmayı başarabilen bir dosya hazırlamak mümükün müdür? Ben söyleyeyim, hayır.

Kasım sayısındaki Camus dosyası da maalesef bu söylediklerimizin çok dışında değil. Dosyanın en sıkı yazısı Oğuz Demiralp’e ait. Camus ve Dostoyevski arasında kurduğu ilişki üzerinde durulmaya değer. Mehmet Rıfat Camus ve Sartre’ı karşılaştırmayı denemiş ama bu karşılaştırmanın biraz daha derinleştirilmesi gerekirmiş. Camus’nün kızının yazdığı yazıyı okumakta ise duygusal faydalar olabilir.
B. Nihan Eren ve Deniz Özbeyli bu sayının öne çıkan hikayelerinin sahipleri. Eren’in “Melek Mikail”i akıcı, kalabalık ve düzgün bir hikaye. Hikayede fizik ve metafizik başarılı bir biçimde yanyana duruyor. Tıpkı gerçek hayatta olduğu gibi. Ama karakterleri biraz zayıf. Özbeyli’nin “İpekli Kadınlar”ı çarpıcı, ayrıntısız fakat yine de üstüne düşünülmüş bir hikaye. Kitaplık-ın en iyi anladığı şey sanırım hikaye. Bir hikaye dergisi olsaydı ellerine su dökmek zor olabilirdi.

Bu sayıda Murathan Mungan “Yerli Olmak” diye bir deneme karalamış. Türk olmak ve yerli olmak arasındaki farkı vurgulamak için yazdığı söylenebilir. Geliştirdiği mantık herşeyden önce yanlış. Yerlilik ancak bu kadar tersinden okunablirdi. Başlık “azınlık olmak” olsaydı, isim ve içerik daha tutarlı olabilirdi. Türk filmine “Türk filmi” değil “yerli film” dendiğinden söz etmiş. Öyle komik ki. Ufacık bir yoklama yapın zihninizde hangisini kullandığımızı hemen bulacaksınız. Yerli film, yabancı film karşısında, bir karşıtlık söz konusu olduğunda dolayısıyla sadece sessiz film oynarken kullandığımız bir şey. Bir de sinemacıların ya da sinema eleştirmenlerinin terminolojisinde yerli film deniyor sanırım. Sayın Mungan da seçkin sanat çevresinden olduğu ve zavallı halkın nasıl konuştuğundan haberi olmadığı için bu hatasını mazur görüyoruz.
Necip Tosun Rasim Özdenören hikayeciliği hakkında yazmış. Yazısında İslam ve Müslüman kelimelerini zikretmemeye özen göstermiş. Sebebini tam anlayamadık. Bir de Sezai Karakoç’la Rasim Özdenören arasında kurduğu benzerlik tam yerine oturmuyor. Bunu biraz açabilir mi? Pardon açabilirdi. Bunların dışında yazı iyi. Özdenören’le ilgili tanıtıcı, açıklayıcı bir yazı.

144. sayıya yani Aralık sayısına geldiğimzde Refik Halid Karay dosyası karşılıyor bizi. Dosya dört yazıdan oluşuyor. Necip Tosun’un yazısı derli toplu, açıklayıcı bir yazı. Yalnız yazının en ilginç tarafı Karay’ın köylüyü anlatış şeklini haklı gösterebilmesi. Karay’ın köylülerin sadece marazi ve olumsuz yanlarını anlatmasını “kuşkusuz zaaflar da insani bir özelliktir ve R.H. bir sanatçı olarak köylülerin bu halini anlatmayı seçmiştir” diyerek birden meşrulaştırıvermiş. Süper! Ömer Ayhan’ın yazısı ikinci yazı. Bu yazı ilkiyle beraber Karay’ın zaaflarını bile yüceltme görevi üstlenmiş. Bu iki yazıyı baz aldığınızda Karay’ın yücelere ait, insan üstü bir varlık olduğunu düşünebilirsiniz. En sıkı ve çalışılmış yazı Murat Apaydın’ın. Yazarın siyasi tarafını objektif bir şekilde dizen bir yazı. Karay’ın kim olduğuna bu yazıyı okuyarak karar verebilirsiniz. Turan Karataş Memleket Hikayeleri üzerine akademik denebilecek bir yazı yazmış. Hikayeciliğini öğrenmek istyenler için faydalı olabilir.

Baki Ayhan T.’nin şiirin aşkın bir şey olduğuna, yukarılardan bir yerlerden seslendiğine dair bir fikri var. Bu fikrin ve anlayışın bir uzantısını “Şiirin Evleri” yazısında görüyoruz. İmgeci ve lirik şiire takılıp kalmış, yarı tanrı bir şair anlayışından beslenen bir düşünce türü. Bu anlayış bir yere kadar doğru fakat bir yerden sonra raydan çıkıyor. Aşkınlık ve yücelik öyle bir şeydir ki onu tam olarak kavrayabilmek için önce terk etmek gerekir. Öbür türlüsüne aşkınlık değil benlik diyoruz çünkü. Baki Ayhan bunu her defasında gözden kaçırıyor.

Kitap-lık dergisinin hikaye sayfalarının vazgeçilmezi, gözdemiz İlhan Durusel çıtasının altında bir hikayeyle (İç Odadaki Ölü) okuyucu karşısına çıkmış bu sayıda. Hikayeyi yetenekli, liseli, İlhan Durusel hayranı bir genç yazmışa benziyor :). Aslında sağlam bir girişi var ama maalesef zayıflayarak devam ediyor.
Engin Özkol’un “Bir Eksik” hikayesinde Haziran sayısındaki “Ahmet Bir Ambulansa Nasıl Sığar”da olduğu gibi karakter derinliği yok ama yine aynı şekilde basit ama eğlenceli bir hikaye.

Son olarak Cengiz Akın’ın “Çilli” hikayesi yine önceki hikayesi gibi sosyolojik gözlemler ve gündelik olaylar üzerinden ilerleyen güzel bir hikaye. Aynı zamanda basit ve sağlam ve eğlenceli. Bu üçünü bir arada bulmak güzel. Şu an yazdıkları itibariyle, Akın’ın nereye varacağını görmek açısından, takip edilmeye değer bir hikayeci olduğunu söyleyebiliriz.

ALBERT CAMUS, BAKİ AYHAN TOP, CENGİZ AKIN, KİTAP-LIK 143, KİTAP-LIK 144, MURATHAN MUNGAN, NECİP TOSUN, RASİM ÖZDENÖREN, REFİK HALİD KARAY, İLHAN DURUSEL içinde yayınlandı | Yorum bırakın

>Sanat. Faruk Nafiz Çamlıbel.

>

Uncategorized içinde yayınlandı | 3 Yorum

>hece öykü 42, aralık 2010 – ocak 2011

>
Hece Öykü’nün bu sayısında “Çağdaş Kürt Öyküsü” dosyası hazırlanmış. Dünyabizim’de “Dosyanın giriş yazısı zengin bir içerikle dolu,” filan diye heyecanlı bir haberle duyurulmuş. İki yazı (toplam sekiz sayfa), sekiz hikayeden oluşan bir dosya için en azından abartılı bir sunum. Ayhan Geveri “Kürt Öykücülüğü”nü anlatmış. Daha doğrusu halk anlatıları ile ilk hikaye ve romanların ortaya çıkışına değinip modern kürt hikaye ve romanının ilk örneği olarak gösterilen bazı isimleri anarak ilk hikaye antolojileri ve bugünkü yazarlardan bazılarının isimlerini vermiş. Üç sayfada tam bir tarih ya da edebiyat eleştirisinin yapılmasını beklemek safdillik olur zaten. Roşan Lezgin ise “Kırmancca Kürtçesinde Öykünün Gelişimi” yazısını Türkiye’de Kürtçeye uygulanan baskıya hasretmiş gibi. Dosyadaki hikayelerin bütününde çocuksu konu ve anlatımlar dikkat çekiyor. Kürt edebiyatından Mem u Zin ve Mehmet Uzun dışında kitap okumuşluğum ve geniş bir malumatım yok. Kütüphaneci olarak dünya kütüphanelerine bakınca da 1980 ve daha da çok 2000 sonrasında Türkiye, İsveç ve Irak Kürdistanı’nda yayımlanmış bazı hikaye ve romanlar görülüyor. İlk Kürtçe-Türkçe sözlüğü bölgeye görevli giden Yusuf Ziyaeddin Paşa 1893’te hazırlamış mesela. Bu dosyaya bakınca da sadra şifa bir şey bulduğumu söyleyemem. Derli toplu, tarihi, eleştirel bilgidense ezilmişlik edebiyatı yani. Burdan bir şey çıkmaz.

Hece Öykü içinde yayınlandı | 2 Yorum